22 Mart 2012 Perşembe

İçimde bir şehir, şehrin içinde bir ben ve iç içe geçen binlerce "Şehir ve Ben".

Niye anlatıyorum bilmiyorum. Eski bir şehir vardı bende. Benim de içimde bir şehir vardı. O şehrin içinde de bir ben vardım. O benin içinde bir şehir daha vardı ve tekrar o şehrin içinde bir ben. Sonsuzluğa uzanan muhteşem bir tekerrür. Kaybolursun içinde, kendi sesini duyamaz olursun. Kaybolursun içinde, çevrendekileri duyamaz olursun. İçinde kaybolursan, göremez, duyamaz, hissedemez ve en sonunda yaşayamaz olursun. Ölürsün.

Cenazeni kaldırmazlar, çünkü nefes alırsın. Sen ölmüşsündür; ama onlar seni yaşıyor zannederler. Büyük kayıp, insanlığın şu kendini bilmezliği, bu hayasız densizliği. Kendini bilseydi insanlar, ölmezlerdi mesela. En basitinden yaşarlardı her şeyi doya doya. Bunca densizlik yapmazlardı, bu kadar hunharca. Kendilerini katlediyorlar resmen ve kendileri de seyrediyorlar bu durumu.

Yaşanılan onca şey var oysa. Doğum günleri var mesela. Veya ne bileyim işte, anneler günü var, kadınlar günü var, televizyonda sevdiğin diziyi seyretmek var, boş zaman yaratıp sevdiğin kitabı okumak var, uzun süre içemedikten sonra bir sigara yakıp dumanıyla kendini bedeninden dışarı çıkartmak var. Türlü türlü şeyler var.

Örneğin; bir şehir var, o şehrin içinde ben varım. Dolanıyorum şehrin içinde, bir şeyleri arıyorum; ama bulamıyorum. Aynı şehrin içinde, birileri beni arasın istiyorum. Birileri beni aramıyor. Aranan adam olamamak çok üzücü bir şey. Neyse ki arada bir bankalar, GSM operatörleri falan, borçlarını istemek için arıyorlar da iki muhabbetin belini kırıyoruz. Beli kırılan muhabbet de çok üzülüyormuş bu duruma, dost meclislerinde bundan bahsediyormuş herkese.

Örneğin; bir ben varım. Benim içimde bir şehir var. İçimdeki şehrin içinde gezen ben, şehri de birlikte gezdiriyor. İçimde bir şehir geziyor. Şehir, içimde bir şehir daha arıyor. Koskoca şehir ya hu; ama sanırsın ücra bir köy, unutulmuş bir kasaba. Öylesine yalnız, öylesine efkarlı. Aranan şehir değil, üzülüyor bu duruma. İnsanlar başka bir şehre geçerken, içinden geçilen bir şehir olabilmiş sadece. Kimse kalıp konaklamamış bu şehirde. Tanımamış, gezmemiş bu şehri, tek bir insan oğlu bile. Sadece gelip, geçmişler, tabelalarına bile bakmamışlar. Sorsalar o insanlara, bu şehir burada olsun mu, diye, muhtemelen insanlar mesafeyi kısaltmak için, olmasın bu ne biçim şehir böyle, derler. Öylesine lanetli şehir.

Şehrin sokakları var bol bol. Caddeleri var, yolları var, sahili bile var. Ama bu şehrin sahillerinde, çiftler el ele tutuşup yürümüyorlar. Birbirlerine aşk dolu cümleler kuran çiftler yok bu şehirde. Trafiği de yok bu şehrin, arka sokaklarında insanları kıstıran tinercileri de. Ne kavga var ne barış. Ne nefret var ne sevgi. Bomboş bir şehir. Bu şehrin içinde bir adam var sadece, yapayalnız. Dolanıyor duruyor tek başına. Ya kendini arıyor ya kendini sevecek birini. Dolaştıkça, şehri de kendiyle birlikte dolaştırıyor, kendi içinde. Kimseyi bulamadığında adam, rüzgara aşık oluyor veya aşık olduğu kadını rüzgarın yerine koyuyor. Sevdiğinin rüzgarı esiyor, kentin geniş sokaklarında.

Ve bir şehir, boşluğuyla gürültüsü, beyninin içinde adamın. Adamın beyninin içinde gürültüler, boşluğunu yaratıyor şehrin. Ölüme bu kadar yakınken insan, neden yaşayamıyor her saniyesini, hayatın?  Biraz adım atsak, bulabilir miyiz aşkını hayatımızın? Veya hayatımız aşk olabilir mi, güzelleştirebilir mi ruhumuzu, içinde bu berbatlığın? Yürümekte zorlanırken bacaklarım, diz kapaklarımın ağrısına derman olur belki dudaklarıma değen dudakların.

Şehrin en güzel yerinden bakarsan, boşluğu bile huzur verirmiş yalnızlığın. Yüzümde aptal bir tebessüm varsa, mutluyum demektir. Bunca yükünü sırtlanmışken dünya senin, bir selam ver Güneş'e de ısıtsın seni. Çünkü hala umut vardır, geziyorsan içindeki şehri. Gezmeyi bırakamamışsan, aramayı bırakamamışsan, Güneş değil, umudun ışığıdır aydınlatan sokaklarını. Ve şehir seninle birlikte geziyorsa, unutma ki yalnız değilsin, şehir var sana dost. Bir gün bulacaksındır, rüzgarın yaptığın aşkını. Şimdi, biraz zaman ver kendine ve dinlen. Sonra adımlamaya başla, aydınlığında umudun...

15 Mart 2012 Perşembe

İnsan, yeterince yalnız kaldığı taktirde, bir kitap ayracına bile aşık olabilir.

İnsan varlığı. İnsanın varlığı ve varlığıyla insanı insan yapan varlıklar. Çok garip şeyler. Hepsi garip. İnsanlar da garip, türevleri de. İnansan da garip inanmasan da. Yalnızlık edebiyatı yapan bir adam değilim, yalnızlık edebiyatı yapıyor gibi görünmek de istemem; ama insanlar çok yalnızlar...

İnsan, yeterince yalnız kaldığı taktirde, bir kitap ayracına bile aşık olabilir. Mesela bizim Sulhi Ağabey, telefon rehberine aşık olmuştu. Aşkını dile getirmekten de hiç çekinmezdi. Derdi ki Sulhi Ağabey, "Bu telefon rehberine aşık olmamak ne mümkün? İçinde O'nun numarası yazılı. Numarasının yanında, O'na hitabım yazılı. Artık O yok; ama O'nun numarasını yazdığım bu rehber var. Ben bu rehberi yerim." Sulhi Ağabeyim benim be. Sen yemeyeceksin de kim yiyecek o rehberi? Ye tabi. Afiyet olsun ağabim!

Esaslı adamdı Sulhi Ağabey.

O gün anladım. Bir insan, bir aşk demekti, bir sevgi demekti. Bir sevgi demetiydi. Sevgi seliydi resmen. Sel almıştı ortalığı ve bu selden yalnız sevdiğini bulanlar kurtulabiliyordu. Yine de sevmek zorundaydı insan. Ölme riskinin daha fazla olduğu aşikar, yine de kaçar mı insan aşktan? En olmadı, gider bir kitap ayracına, bir rakı bardağına aşık olur, insan dediğin.

Bir rakı bardağına gerçekten, sağlam aşık olur...

Bir rakı bardağı konuşur be.
Bir rakı bardağı dudaklarımla sevişir.
Bir rakı bardağını çevirdim mi tam tersine,
Dökülür, vücudumda gezer.
İçerim ben rakıyı, ciğerime işler.
En önemlisini atlamayayım da
Bir rakı bardağının içinde, yüzlerce Giden saklıdır
O rakı bardağının içindeki rakıyı içen
O gidenleri içer.
Hayırlı işler...
Evetli işler.

Bir lafı vardır çok değerli öğretmenlerimizin. Siz dersi dinlemeyince o lafı koyarlar, laf arasına. "Duvarlara mı anlatıyorum ben?" Sert bir edayla bu lafı söylerler. Onlara bir çift lafım olacak. Hoca hoca, dinle beni!
 "Evet duvarlara anlatıyorsunuz. Biz de duvarlara anlatıyoruz. Duvarlar dinler, en güzel dertleri. Duvar onlar duvar. Taş gibiler. Ne bir çıt çıkarırlar dinlerken, ne bir haylazlık yaparlar. Sıkılmazlar dinlemekten, derdine derman olurlar. Vurursun yumruklarını duvarlara, ona bile kızmazlar. Telefonunu fırlatırsın duvarlara da duvarlar kalkıp, "Canımı acıtıyon hacı, yeter." demezler. Duvarlara haksızlık yaparsan bir daha, sevgili hocam, o tebeşirin tozunda boğarım seni."

Çok değerli hocalarımıza da hayat dersi verdiğimize göre, devam edelim konumuza.

Bir insan, kaldırım taşına da aşık olur, sevdiğiyle birlikte basmışsa aynı kaldırım taşına. Çok garip şey demiştim ya şu insan. Ah insan. Ah İhsan ah. Bizim mahallenin... Dur bir saniye telefonum çalıyor. Bu kim şimdi gecenin bu saatinde, numara da tanıdık değil. Dur bakalım neymiş.

-Efendim?
-Berk, sen misin?
-Evet, genelde benim. Siz kimdiniz?
-Kendine aşık edip, sonra da çekip gittiğin kişi.
-Zannediyorum ki bu bilgi yeterli olmadı.
-He bir tek ben de değilim, bir sürü var yani benim gibi öyle mi?
-Hayır, ne alakası var arkadaşım? Ben kimi kendime aşık edip, kimi etmediğimi nereden bileyim?
-Doğru haklısın.
-Ben her..
-Sen her zaman haklısın tamam biliyoruz bunları.
-Hımm tanıyorsun yani beni.
-Oldukça. Aşığım diyorum.
-Aşk nedir peki?
-Sürekli seni düşünüyorum. Seni herkesten kıskanıyorum. Senden bile! Bırak seni, yoksa öldürürüm seni!
-Tamam hadi yeter bu kadar.

Derken tamam geldim. İhsan diyorduk. İhsan bizim mahallenin... Bir dakika kapı çaldı sanırım.

Heh geldim. Şu İhsan'ı da bir anlatamadım. Halbuki ne sağlam adamdır İhsan. Verdiği bütün sözleri tutar. Haklının ve güçsüzün her zaman yanındadır. Haklının yanındadır, ayrıyetten güçsüz gördüğünün de yanındadır. Bazen güçsüz diye, haksızların yanında olduğu da olmuyor değil. Neden böyle yapıyorsa. İbne midir nedir. Hayır, haklı birinin yanında olmak varken, neden haksızın yanında olursun arkadaşım sen? Haklıyız oğlum, kazanacağız. Bunu bil de ona göre tarafını seç. Ağzını yüzünü de dağıtırım, acımam.

Neyse. Bu İhsan, bizim mahallenin... Oha o ne. Uçak mı o? Uçak düştü galiba evin bahçesine, bir dakika beklersen devam edeceğim yazmaya. Bahçeye bir bakayım, bir şey olmuş mu çimlere. Acayip de sesler geliyor zaten bahçeden.

Geldim. Çimlere bir şey olmamış, gönlün ferah olsun. Uçak düşmüş; ama balkonun ucuna düşmüş. Çimlere bi'şey yapmamış yani. Çimler de çok güzel, dik dik. Bi'şey olsa üzülürdüm vallahi. Neyse, ne diyorduk? Heh, İhsan.

Bu İhsan, bizim mahallenin aşık çocuğudur. O kadar aşık ki İhsan, bütün duvarlara adını yazar sevdiğinin. Aşkını kağıtlara sığdıramaz, deve keser, deve derisine kazır mısralarını, satırlarını. Delikanlı da çocuktur ya İhsan  hani, mahalledeki kızların da ağabeyidir. Korur, kollar hepsini. Başlarına bir zeval gelmesini önler. Bazılarını evlerinden çıktıklarında takip etmeye başlar, kadınlar/kızlar okullarına, işlerine varana kadar takip eder, akşama kadar bekler, akşam da onları eve dönene kadar takip eder, İhsan. Eğer olur da bu kızlarımızın karşılarına yolda bir sapık, bir yankesici, trafik canavarı, ırz düşmanı, vatan haini, , elf, ork, vampir, kurt adam, uzaylı falan çıkarsa, anında gider, sorunu halleder İhsan. Öyle de mert bir adamdır. En yakın arkadaşı da Mert. O da iyi çocuktur.

Bu İhsan, bir gün sevdiğine bir şiir yazmaya karar verir. Daha öncekilerden farklı olsun ister. Daha önce yazdığı cümleleri hiç kullanmamak, daha önce verdiği duyguyu tekrarlamamak, damağında çok daha üstün bir tat bırakmak ister sevdiğinin. Yine keser bir deveyi, derisinden faydalanmak için, kurumaya bırakır devenin derisini.

Deve derisi kurur. Deve deresi de kurur. Dereler, denizler, okyanuslar kurur İhsan'ın düşündüğü süreçte. İhsan sevdiğine sevgisinin ne denli yüce olduğunu anlatacak söz bulamaz. Bulamadığı sözlere küser, konuşmaz. Öyle susar ki İhsan, Mevlana bile kıskanır İhsan'ın suskunluğunu. Yağmur yağar İhsan'ın üzerine, binalar yıkılır İhsan'ın üzerine, göktaşı düşer İhsan'ın üzerine... Tek amaçları, isyan etmesi bile olsa,İhsan'ın tek bir cümle konuşmasıdır.  İhsan tek cümle susmayı tercih eder.

Bir gün İhsan'ın aşkı ölür. İhsan'ın sevdiği ölür. Bir gün İhsan ölür. İhsan'ın suskunluğu ölmez. İhsan'ın suskunluğu yazmaya başlar, mısraları...

Bizim bir İhsan var idi.
Kamber'den bile daha deli sevdi.
O'nun aşkı asıl dağları deldi
Sigarasını yakardı derdi.
Yüreğini yakardı derdi.
Bir gün gazete, bir gün dergi
Anlatırdı İhsan'ın derdini.
Bu dünya O'na söyleyecek söz mü verdi?
O da aldı sözlerini, gitti.
O da aldı sevdiğini, gitti.
O da aldı kendini,
Aldı başını gitti...

Bir insan demiştik yazının başında. Bir insandı, İhsan. Bir insanı sevmişti. Sevgisi bitirdi İhsan'ı günün birinde. Yine de sevgi ve aşk bitmedi. Ve bir insan, İhsan kadar sevmişse birini -veya Sulhi Ağabey kadar da olabilir-, bir gün giderse sevdiği kişi, kalırsa öyle yalnız bir başına...

Bir insan, bir kitap ayracına bile aşık olabilir.


Kapı ziline de...

3 Mart 2012 Cumartesi

Hayatın tadına varma seansı. Neden mutlu olmak varken, mutsuz olasın?


Milyarlarca yıllık bir dünyanın üzerinde yaşıyor insanoğlu. Aciz bedenlerimiz ve aciz düşüncelerimizle, sürekli bir kovalamacanın içinde koşturup duruyoruz. Durup bakmıyoruz, dönüp bakmıyoruz.

Nefes almanın tadını çıkartmıyoruz, hissedebilmenin tadını çıkartmıyoruz. Yağmurun, karın, güneşin tadını çıkartmıyoruz. Havanın, suyun, toprağın tadını çıkartmıyoruz. Yemeklerin, içkilerin tadına varmıyoruz. Yapamıyoruz.

Sürekli efkara hazır bir ruh yaratmışız kendimize. Üzülmeye hazırız hepimiz; ama sevinmeye hazırlanmıyoruz. Üzülmeyi hiç kimsenin sevdiğini görmedim bugüne kadar. Yine de üzülmek için değerlendirdiğimiz fırsatları, sevinmek için değerlendirmiyoruz.

"Gözlerinin içi gülüyor." denir bazı insanlara. Onların gerçekten gözlerinin içi gülüyor. Onlar gibi, gözlerimin içine tebessümü yerleştiremiyoruz. Aksine, gözyaşlarını hazır tutuyoruz ağlamak için. Dışımıza ağlayamasak bile, içimize içimize sürekli ağlıyoruz.
Ve sırf bu yüzden;

En yetenekli ressamın fırçası, ressama küsüyor. 
En yetenekli keman virtüözünün kemanı, virtüöze küsüyor. 
En sağlam şairin, yazarın kalemi, Onlara küsüyor.

Dünya bize küsüyor. Evren bize küsüyor. Yaşamanın anlamını anlayamıyoruz, yaşam bize küsüyor. Yer, gök bize küsüyor. Ağlıyor bütün bulutlar.

Yeni uyanan çocuk, sana diyorum evet!

Artık bir mutlu ol ya hu. Ne var yani sevgilin seni terk ettiyse? Uykusuzsan ne olmuş? İşe gidiyorsan, okula gitmek için kalkmışsan, aşıksan ne olmuş? Sürekli mutsuz olmak zorunda mısın arkadaşım sen?

Gülsene biraz. Rahatlatsana ruhunu. Seni mutlu etmek için her sabah bülbüller ötüyor ya hu "Cik cik" diye. Gülsene! Neyi bekliyorsun gülmek için? Babanın işleri batmışsa ne olmuş? Daha önünde koca bir hayat var, toparlarsın. Güveniyorum ben sana.

Nefes alsana. O aldığın nefesi hissetsene bütün vücudunda. Bir doğu felsefesi der ki; (tam olarak da hatırlayamıyorum şimdi ama özet geçicem bak, hadi yine iyisin) Nefes almak, bütün hastalıkların dermanıdır. Nefes almak zorunlu olarak yapmanız gereken bir şey değil, ruhunuzu doyurmak için, huzurla dolmanız için isteyerek yapmanız gereken bir şeydir. Bu mantıkta bir şeydi işte.

Sen ne zaman nefes aldığını fark ettin en son? Şöyle derin bir nefes al bakalım çocuğum. Rahatla. Şöyle güzel bir koku bul kendine, kokla uzun uzun. O kokunun güzelliğiyle dolsun için.

O her sabah karşısına geçip de somurttuğun aynanın karşısına geç ve kocaman gül. Hatta bir kahkaha patlat be evlat! Seni engelleyen ne var? Önce kendine iyi davran. Sev mesela. Evet evet, okşa kendi yanaklarını. Ne güzelim/yakışıklıyım de.

Bütün gün gülerek gez. Deli desinler sana. Deli olmak muhteşem bir şey, kimse karışamıyor sana. Denesene bugün. Gerçekten dene ya, ne olur sanki? Anlaştık mı?

Tamam, süper.

Artık mutsuz olma. Yaşa hayatını. Tadını çıkart her şeyin. En son neyin tadına vardın hatırla? Hatırlayamıyorsun değil mi? Artık buna bir son verelim. 

Yaşayalım be abi! Yaşayalım!

Hadi o zaman hep birlikte bir kahkaha patlatıyoruz, hazır mısınız?

HAHAHAHAHAH