1 Mart 2013 Cuma

Hiç yan yana gelmediğin biriyle ne kadar arkadaş olabilirsin ki?

Baya oluyormuşsun. Ben yaşadım. Siz tanımazsınız, benim bir bebeğim var; Beste. Yaklaşık 1 buçuk yıldır tanışıyoruz; ama 1 buçuk yılda maşallahlık halimiz var. Sanırsın doğar doğmaz yan yana koymuşlar. Halbuki daha yan yana gelmişliğimiz bile yok. Muhabbet bu yüzden önemli, bu yüzden değerli. Bir şeyler paylaşabiliyor olmak, paylaşmakla çoğalan dostluğu sağlıyor, her açıdan.

Şimdi diyeceksiniz ki, ee napalım niye bunu anlatıyorsun? Bugün O'nun doğum günü. Bunu yazdığımdan haberi yok. Okuyunca ne hisseder onu da bilmiyorum açıkcası; ama O'nun verdiği hediyelerin yanında benim bu yazım hiç de değerli gelmiyor gözüme. Sıkı takipçilerim bilirler, yıl başında yani doğum günümde bir kutunun fotoğrafını paylaşmıştım. "En kıymetli hediye" diyerekten. O kutunun içi hediye doluydu. Beste'den gelen, hepsi ayrı ayrı hoşuma giden hediyeler...

Ben pek beceriksizimdir hediye konusunda, o yüzden yapamadım bir şey. Oldum olası özel günlere karşı ve duyarsız olduğum için, hediye vermek konusunda hiç başarılı anılarım olmadı. Hatta geçen gün kuzenimin doğum günüydü, içinde bulunduğumuz günün tarihini unuttuğum için O'nu bile son anda aramıştım. Düşünün artık özel günlerden ne kadar kopuğum...

Her neyse işte. Beste diyorduk.. (Bundan sonrasını direk Beste'ye yazayım..)

İyi ki doğdun bebeğim, iyi ki varsın. Sen olmasaydın gün içinde 10 milyon kere yüzümü güldüren kim olurdu bilmiyorum. O tatlı yüzün hiçbir zaman asılmasın, aksine her şeye inat her zaman gül; çünkü gülmeyi hak ediyorsun. Israrla reddetmene rağmen, tanıdığım en iyi yürekli insanlardan birisin. Böyle kal.

Umurunda olmaması gereken hiçbir şey, umurunda olmasın. Çünkü umurun önemli. Umurunu saçma sapan şeyler için yorma. Güzel şeyler var, onlar umurunda olsun. Öyle olunca gülüyorsun güzel oluyor.

Her zaman istediğin hayatı yaşa ve istediğin kişi ol. Bu hayat denen zalım da hep güzel şeyleri çıkartsın karşına. Umutsuzluğa kapılma, umut iyi bir şey.

Bir de umarım en yakın zamanda aşık oluruz, diyecektim ki aklıma ne geldi biliyo musun?

-Ulan insan aşık olur mu be? 

Hahah. Neyse çok uzatmayayım.
Doğum günün kutlu olsun bebeğim. Sevdiklerinle birlikte nice mutlu senelere.

Sevgiyle...

7 Aralık 2012 Cuma

21 Aralık ve Mükemmel Hayatlarımızı Kaybetme Korkumuz

Sene 2012.. Yani "milat" denilen günden sonra, 2012 tane yıl geçmiş. Milattan öncesinde de milyonlarca yıl olduğu söyleniyor. İlk insanın kaç milyon yıl önce dünyaya geldiğiyse, benim için hala bir muallak. (Muallak da ne ilginç bir kelimedir ya...)

Bir şeyler hakkında yorum yapmadan önce, araştırılması ve o konu hakkında düşünülmesi taraftarıyım. Pek fanatizm yanlısı değilimdir, hatta fanatizmden nefret ederim; ama bu noktada tam bir fanatiğim sanırım. Düşünsenize, bir adam bir konu hakkında hiçbir şey bilmiyor; ama o konu hakkında ihtisas yapmışcasına yorumlar yapıyor. Öylesine kesin, öylesine ısrarcı konuşuyor. Halbuki cahilin önde gideni.

Neyse hazırsanız konumuza giriyorum...

image

Malumunuz, 21 Aralık'ta bir şeyler olacağı söyleniyor. Kıyamet kopacak deniyordu mesela, bu görüşü savunanların sayısı hala az değil; ama en azından artık farklı teoriler de ortaya atılmış durumda. "Güneş tutulacak" "Güneş çok fena tutulacak" "Tutmayın ulan Güneş'i" "Güneş var ya, aylarca tutulacak" "Enerji falan olmıcak hiç" "Teknolojik hiçbir alet çalışmıcak" gibi... Bana kalırsa hiçbir şey olmayacak. 

Bir de kalkmış diyorlar ki; Mayalar takvim yapıyordu, takvim bitmiş... E biter tabi. Adamlar da bir yere kadar yaparlar takvimi. Bilmem kaç asır önce adam takvim yapmış, bu yıla kadar yazdığına şükretmiyorlar da "Hiii 21 Aralık 2012'de takvim bitmiş, kesin kıyamet kopcak" diyorlar. Kıyamet kopacak demeyenler de bir takım doğa olaylarının olacağından, insanlığın başına büyük felaketler geleceğinden falan bahsediyorlar. Neyse ben bunlardan bahsetmeyeceğim, zaten yüzlerce kaynakta bunları okuyabilirsiniz. Ben daha farklı bir şeye çekmek istiyorum dikkatinizi...




24 Ağustos 2012 Cuma

Yüksel ve Yasal Olmayan Her Şeyin Yasallaşmasının Keyfini Çıkar

Dünya çok ilginç bir yer. Neden? Çünkü bir çok görünmeyen sistem vardır yeryüzünde. Ekosistemden bahsetmiyorum burada tabi ki. Örfler, adetler, gelenekler, kurallar vesaire vesaire... Bu kuralların arasında bir oraya bir buraya savrulur gider insanoğlu. Kimi kurallar iyidir, hoştur da bazıları var ki, "Ulan ben böyle Dünya'nın anasını avradını..." dedirtir insana. Dedirtsin, diyelim, deyiniz.

O kurallardan biri şudur; Mevkin yükseldikçe, yasal olmayan şeyler azalır. Bir nevi, yasallaşır. Çok garip değil mi? Eğer banka hesabında yüzlerce milyon doların yoksa, adam öldürmek, hırsızlık yapmak, devleti dolandırmak, katliam yapmak sana ağır bedellere mal olur. Belki de ömrünün bütün geri kalanını hapiste geçirmene. En ufak şeyde, acımasızca cezalandırılırsın. 

Yakın tarihe gidelim. Ülkemizde aç olduğu için baklava çalan çocuğa 5 yıl hapis cezası verilirken, halktan yüzlerce milyon dolar çalan insanların davası bile olmuyor. Bu, Sistem'in sana, "Büyüklerin varken hırsızlık yapmak sana mı kalmış?!" deme şeklidir. E haklı tabi bir yerde...

Başka örneklere geçelim mi ne dersiniz?

Devlet, bir adamın ölmesi gerektiğine karar veriyorsa, o adam ölür. Sadece ölür. Bu adamı öldüren veya bu adamın ölüm emrini veren kişi ceza almaz. Sıkıyorsa cezalandırın. Bırakın cezalandırmayı, sorgulayamazsınız bile, yoksa sıradaki ölü siz olursunuz. Üstüne üstlük bir durum daha var. Siz bir insanı öldürmek için bir silah kullanırsınız. Siz o silahı kullandığınız için yıllarca cezaya çarptırılır, sorgulanırsınız; ama o silahı üreten ve pazarlayanlar, tek bir ceza bile almaz ve sorgulanamazlar. DOKUNULAMAZLAR!

Bir diğer örnek, uyuşturucu kullanmak ve bulundurmak, yasa dışıdır. Tabi ki sadece, ekonomik geliri ve mevkisi düşük insanlara yasa dışıdır. Siz eğer milyon dolarlarla oynayan biriyseniz ve içtiğiniz uyuşturucu da pahalıysa, kimse sizi uyuşturucu içmekten ve bulundurmaktan cezalandıramaz. Aksine, bu durumlarda, size özel kampanyaları vardır Sistem'in; 

"Şok kampanya! Eğer milyon dolarlarınız varsa, artık siz de uyuşturucu ticareti yapabilirsiniz! Siz de milyon dolarlarınızı uyuşturucuya yatırın, hem kendi kullanacağınız ürün bedavaya gelsin hem yüzlerce insanı zehirlerken para kazanmanın tadını çıkarın!" Güzel bir reklam metni oldu; ama bu durum aynen böyle...

İşin özü bu. Neden bu yazıyı yazdım bilmiyorum. Bu konuya ilk değinen ben değilim, son değinen de ben olmayacağım. Sadece bu konunun farkına erken yaşta varmış biri olarak, belki de en üste çıkıp, sizi de yanıma çekmek istiyorumdur. En üste çıkana kadar, asıl fikirlerinizi iyi saklarsanız, en üste çıktığınızda bu sistemi değiştirmek bizim elimizde olabilir. Sonuçta en üste çıkana kadar sadece ve sadece, asla yasa dışı bir iş yaparken yakalanmamamız gerekiyor. Bunun bu kadar zor olduğunu düşünmüyorum. Bunu yapmış bu kadar insan varken ve bu insanlar şuan üst düzeyde oldukları için, yasa dışı olan her şeyi yapıp cezalandırılmazken, bunun keyfini sürüyorlarken, biz de yapabiliriz bunu. 

Ben bu yazıda tabi ki kalkıp, herkesin suç işleyebilir olmasını, suç işlemesi gerektiğini söylemiyorum. Aksine, hırsızlık, cinayet, dolandırıcılık, zulüm... Bunlar hep kötü şeylerdir ve uzak durulması gerekir; ancak eğer güçsüzler, yoksullar ve düşük mevkidekiler yaptıkları suçlardan ötürü cezalandırılıyorsa, kalantorlar da cezalandırılmalı. Kimsenin servetinde veya parasında gözüm yok. Tabi ki o servet, kötülük ve yanlış işler için kullanılmıyorsa.

Şunu iyi kavramamız gerek; İyiler de kötüler kadar cesur olmadıkça, Sistem'in halkları ezmesinin sonu gelmeyecek. İyiler de kötüler kadar güçlenmedikçe, onlarla mücadele edilemeyecek. İyiler de kötüler kadar güçlenmeye çalışmadıkça, iyiler her zaman yok olmaya devam edecek. Eğer yüreğinizde iyiliğe dair kalıntılar varsa, sakın durmayın. Güçlenin!

Sevgilerimle...

20 Haziran 2012 Çarşamba

Alıştık abi. Geçen yolda yürüyoruz arkadaşla, hop 2 şehit verdik ayak üstü.

"Ne diyor bu lan" dediniz dimi? Duydum. Gel gel dinle bak ne diyeceğim...

Bir insanın üstüne çok fazla aynı olayla giderseniz, o insan ya alışır ya delirir. Bizim toplulumumuz SALAK olduğundan, ne alışıyor ne deliriyor. Ben alıştım orası ayrı; ama sosyal medya sağ olsun çok bariz bir şekilde belli etti toplumumuzun salaklığını. Arkadaş gözümün önünde sadece bir görüntü canlanıyor artık şehit haberi duyunca ,o görüntü de; milyonlarca insanın bir kaç saatliğine BÖBĞÖĞÖĞÖĞÖ diye sinirlenip, küfürler, lanetler dolu paylaşımlar yapması. Sonrası?

Sonraki gün hiçbiri hatırlamıyor tabi. Ben bunu anlamıyorum. Sen bir gün önce bol keseden veryansın edip bir gün sonra nasıl da normal hayatına dönüyorsun ya hu. Ne midesiz adammışsın. Bi' kalk, bi' bak. O anaların gözyaşı kurumadı daha. Ayıp.

Gelip bana "Napak hayatımız boyunca onun yasını mı tutak" demeyin, rica edeceğim. Tabi ki böyle bir şey beklemiyorum. Hem de hiç birinizden. Salak olduğunuzu bildiğimden ötürü, boş duyarlılıklara gerek yok. Timsah gözyaşlarına da. Ama en azından, defalarca söylediğim gibi, günü birlik acılar yaşamayın. Bu acı öyle günübirlik harcayabileceğiniz aşk acılarınız gibi bir acı değil. Nice analar ağlıyor. Sen bugün sinirlenip yarın unutursan, ilk başta o anaya hakaret etmiş, onunla dalga geçmiş olursun.

Ojeni sürerken, bir yandan da sevgilin sana mesaj atmıyor diye ufflayıp pufflayan hatun, sen de bi' yanaş yamacıma. Öyle Twitter'larda Facebook'larda "Ufff bnce teror ck kotu bsey ya. Kahrolsn PKK. Vatn saolsn :((" diye paylaşımlar yaparak vatansever, yurtsever falan olunmuyor. Hiçbir şey sever olunmuyor aslında o şekilde. Bi'tek komik olunuyor. Ben görünce götümle gülüyorum o kadar.

Kürtaj yasağına hepiniz bol bol tepki gösterdiniz ya, günlerce bu konudan bahsettiniz hani. Bu konudan da biraz bahsetsenize. Şehit oluyor adamlar ya hu. Bir hiç uğruna ölüyorlar. Sizin kürtaj hakkınızdan daha önemli olamaz tabi ki, estağfurullah(!); ama en azından 2 gün üstünde durun bu konunun da. Ne bileyim mesela kürtaja vereceğiniz parayı, şehit ailelerine bağışlayın.

Nesli tükenen hayvanlar için, özgürlükleriniz için falan imza topluyorsunuz sürekli, ne güzel. Hepsine destek veriyorum zaten hepsinin altında imzamı bulursunuz; ama bir sefer de şu terör meselesinde imza toplasak ya. Mesela "Teröre Dur Deyin" başlığı altında toplansak. Toplasak imzalarımızı, yürüsek meclise. "Artık terör üstünden siyaset yapmayı bırakın da bitirin şu terör illetini!" desek politikacı abilere. Belki o kadar insanın akıllandığını görüp de utanırlar kendi hallerine.

Cenaze törenleri oluyor şehitler için, o törenlere devletin önde gelenleri katılıyor. İşte ne bileyim, hükümetten bir kaç amca katılıyor, askeriyeden bir kaç amca katılıyor, bunlar toplaşıp ağlaşıyorlar şehit cenazelerinde. Çok duygusal oluyormuş. Onlar da çok üzgün olduklarını belirten demeçler veriyorlar falan. Biz de inanıyoruz. Sonra her şehit haberinden sonra başbakan çıkıp, "Bıçak kemiğe dayandı" diyor, o bıçak nasıl bir bıçaksa artık demek ki, kemiğe dayalı şekilde insanın yaşamasına müsaade ediyor olmalı. Nasıl iğrençler, nasıl...

LAN! Adam olun ya.


Sıkıldım ben gidiyorum. Zaten okuduktan 1 saat sonra unutacaksınız dediklerimi, niye yazıyorsam. Benimki de iş işte... 

Neyse hadi görüşürüz.

Üff trör çk kötü bşi yha. Vtn saolsn ama. :(

31 Mayıs 2012 Perşembe

Savaşta ve 3 çocukta, her şey mübahtır. Durmak yok doğuma devam!

Evet çocuklar. Ben, yeni 3 Çocuk dersi öğretmeniniz Pibi Lolero. Konumuz; 3 çocuk. Hayatımız canımız ciğerimiz 3 çocuk. Malzemelerimiz; Kürtaj, Sezaryen, Meme. Meme önemli çünkü, hayatın her noktasında malzemeler arasında olmalı. Öhm neyse, konumuza geri dönelim. Ders anlatmak da amma sıkıcıymış ya hu. Bu moddan çıkıyorum ben.

Lolero Kafası'nın içine hoş geldiniz. Bir sonraki durak "Kürtaj"

Aslında bu konuyla alakalı hiçbir fikrim yok. Devlet kanadında kim ne açıklama yapmış, dahası neden açıklama yapmış, hiçbir şey bilmiyorum. Bilmek de istemiyorum; çünkü sıkıldım. Bir ülkenin başbakanının, bakanlarının, medyasının ve vatandaşlarının başka işleri güçleri yokmuş gibi, "kürtaj" gibi abesle iştigal bir konuyu tartışmasına anlam veremiyorum. Bir de kalkmış ülkece bu konuya gömülmüşüz. Şehit haberleri, faili meçhul suikastlar, işsizlikler, açlıktan ölümler gibi önemli konuların bile en çok 1 iş günü gündemde kalabildiği bir ülkede, "kürtaj" konusunun günlerce gündemi kurcalaması, gururuma dokunuyor. Meclis kapısının önüne gidip, çırılçıplak soyunup "Bizi salak yerine koymayı bırakın" diyesim geliyor. Soyunmazsam kimsenin dikkatini çekemeyeceğimin farkında olduğum için soyunma kısmını ekledim olayın içine. Daha heyecanlı oldu böyle.

Kürtaj nedir?

Vikipedi'den baktığım kadarıyla kürtajın kelime anlamı, kazımak demekmiş. Buna daha sonra değineceğim; ama bizim şuanki konumuz olan kürtaj, küçük hamileliklerde rahim içindeki ceninin tıbbi müdahaleyle alınması. Ayrıca kürtaj, teşhis amaçlı da yapılıyormuş. Neyin teşhisi bilmiyorum ama heralde rahimle ilgili rahatsızlıkların teşhisinde de kullanılıyor olmalı. Rahim kanseri vs gibi.

Evet, aslına bakarsanız bebek aldırma yöntemi olan kürtaj, cinayetten farksız. Evet, yapılmamalı. Evet, yanlış bir şey. Ama size ne be kardeşim? Kürtaj yaptırarak bebeklerini aldıranlar, çok mu mutlu sanıyorsunuz bu işlemi yaptırdığı için? Güle oynaya mı yaptırıyorlar kürtajı? Hangi kadın bilerek ve isteyerek, zorunda değilse eğer, anne olmaktan kaçınır? İnsan biraz empati kurar da "Ya hu yazık, demek ki zorunda kalmış da kürtaj yaptırıyor..." der. Sen hangi akla hizmet kalkıp Uludere'yle, cinayetlerle kürtajı birbirine eş tutuyorsun? Nasıl bir mantık yapın var veya yoksa demek ki... Mantık yok.

Hadi bunu da geçtim. İstediğini konuş, istediğini yap. Zaten artık kendi haline bıraktık seni biz, millet olarak. Kürtaja karşısındır dile getiriyorsundur, tamam. Nasıl yasaklarsın ya hu? Neyin yasağı bu? Yasak nedir arkadaşım? Sen değil miydin "Yasaklara karşıyız" diye bas bas bağıran? "Özgürlüklerin iktidarıyız. Özgürlük bizim işimiz." diyen? Nerede senin özgürlüğün? Özgürlük nedir veya? Kafana esen, kendi düşünce yapındaki insanlara uyan her şeyi yapıp, seninle aynı düşüncede olmayan insanların fikirlerini hiçe sayıp, onlara ülkeyi zindan etmek midir "özgürlük"? Bu mudur?

Sen her aileden 3 çocuk istiyorsun diye, penisten çıkan her spermin birer çocuk olarak dünyaya gelmesini isteme kafasına nasıl ulaştın çok kıymetli başbakan? Sen yakında bu kafayla, mastürbasyonu da yasaklarsın.
Düşünsenize bir sabah uyanmış gazetelere, haberlere bakıyorsunuz ve hepsinin manşetlerinde yine başbakanın bir açıklaması var.

"Her mastürbasyon bir Uludere'dir"


Devletler, ölümlere üzülmezler. Devletlerin başındaki insanlar da. Timsah gözyaşlarını bir kenara koyacak olursak, bence başbakanın asıl sorunu insanların kürtajları değil. Bir kaç amacı var bu açıklamalarında. Hem de o kadar acımasız amaçlar ki bunlar, kendisini "insanlık" adına böyle bir açıklama yapıyormuş gibi göstermese, ne kadar cani biri olduğu ortaya çıkacak.

Bu amaçlardan biri tabi ki gündem kapatmak. Yalancı gündem yaratıp, insanların zihinlerini oyalamak. Türkiye gündemi "kürtaj" kadar saçma sapan bir konuyla ilgilenirken, kapımıza dayanan bir Suriye savaşı var. Belki de halkı bu konudan uzak tutmak istiyor olabilir.

Memur maaşları konusunun üstünü örtmek istiyor olabilir. Zira bu konu ne kadar gündemde kalırsa, o kadar fazla baskıya maruz kalır hükümet. O hiçbir şey yapmayan ve aslında milleti bile temsil etmeyen milletvekillerinin maaşları o kadar yüksekken, memura maaş yapabilir mi? Para yok para, nasıl yapsın? Hepsi milletvekillerine gidiyor paranın.

Ama benim asıl düşüncem, bu adam 3 çocuk 3 çocuk diye dolanıyor ya dünyanın 4 bir yanında, o yüzden müstakbel çocukların alınmasını istemiyor bu. En ufak artışın bile engellenmesini istemiyor. Peki bu adam neden nüfus artışını istiyor?

Nüfus artışını istemesinin sebebi, pazar güçlendirmek. Tam bir tüketim toplumu olduğumuz şu günlerde, ne kadar kalabalık bir nüfusumuz olursa, firmalar, markalar o denli büyük ve zengin olur. Çünkü tüketici sayısı artar. Çok zeki ya başbakan...

Oğlum bak karışma insanların kürtajlarına mürtajlarına. Özgürlük seviyesini her kısıtladığında, ayaklanma ihtimalini arttırıyorsun. Fark etmiyoruz sanma, fark ediyoruz. Susuyoruz da bir yere kadar. Öyle çaktırmadan çaktırmadan iyice hapsedeceksin falan bizi, ağzınızı yüzünüzü dağıtırım alayınızın ha. Adam olun lan.
Ayrıca bunu okuyan insanlara da bir şey diyeceğim. Bir bırakın şu kürtaj meselesini artık. Hem tepki gösteriyorsunuz, hem adamın istediğini yapıyorsunuz. Başka konulara odaklanın. Gündemi abuk zubuk konularla meşgul etmeyin.

Yazıyı yazarken ben sıkıldım, siz nasıl sıkılmıyorsunuz bu kürtaj konusundan lan?

Hadi gittim ben.

3 Mayıs 2012 Perşembe

Şikelere Geldik Rıfkı Abi

Selam insanoğlu. Size bu gece, Türk futbolundan selam getiriyorum. Türk futbolundan sesleniyorum.

Şaka şaka. Unutun az önce yazdıklarımı. Sizi mantıktan ve bakış açımdan selamlıyor, biraz da benim penceremden olaylara bakmaya davet ediyorum. Saygı duyar da penceremden bakmaya gelirseniz ne ala, ha yok ben istemem kardeş kalsın diyorsanız, oturup medyanın size dayattıklarıyla dolu hayatınıza devam etmenizi keyifle izlerim. Zira, benim için komedi filminden farkı yok.

UĞRUNDA YAŞARIM

Evet. Ben Fenerbahçe'liyim. Doğduğum günden beri de ne başka takım tutmaya yeltendim ne başka takıma sempatim oldu. Her zaman Fenerbahçe'ye sempati besledim, ona gönül verdim. Onun yolunu izledim. En zor gününde de onun acısını yaşadım, en kolay, en mutlu gününde de onunla güldüm.

Hiçbir zaman "Uğrunda ölürüm" diyecek kadar fanatik olamadım; ama "Uğrunda yaşarım" dedim. "Herkes uğrunda ölürse, senin uğrunda yaşar, Fenerbahçe sevgisinin bitmesine engel olurum" dedim. Ve inanın bana, hayatı boyunca hiç kimseye bağlanamayan bir adam için, çok fazla bağlılık yemini içeren bir cümleydi bu. Hayatımda en çok Fenerbahçe'ye bağlandım ben.

BİR GÜN GELDİ Kİ...

Uyandığımda tüm Türkiye, Fenerbahçe'nin şike yaptığı iddiasıyla çalkalanıyordu. Önce sustum, "Acaba?" dedim içimden. Şüphelenmemdeki en büyük sebep, Fenerbahçe'nin başarısı için, dünyayı yıkabilecek bir yönetim anlayışının olmasıydı. Şike de yapmış olabilirlerdi, gayet doğal olarak. Hiçbir şey söylemeden sustum sadece. Gündemi takip ettim sessiz sessiz. Yavaş yavaş, fikirler oluşturmaya başladım.

NEDİR BU "ŞİKE"? NEREDE BU "ŞİKE"? "ŞİKE" NERELERDE SATILIR?

Fikirlerimin oluşmaya başlamasıyla beraber, şike iddialarının saçma olduğu düşüncesi de anbean büyüdü içimde. İddiaların dayandırıldığı "delil" adı verilen tapeler o kadar basitti ki bir çocuğun eline verseniz, "Dalga mı geçiyon benimle gardaş" derdi. Çünkü bu iddialar, yarısından kesilmiş konuşma kayıtlarıyla, belirsiz videolar ve fotoğraflarla kanıtlanmaya çalışılıyordu. Bu aynı, virajın başından bir araba farının ışığını görüp, gelen arabanın markasını iddia etmek gibi bir şeydi. Hatta o kadar bile değildi; çünkü onda en azından arabanın olduğu belirli bir şey olurdu.

Şahıslar arasındaki konuşmalar şike delili olarak sayılmaya çalışıldı. Benim futbol kulüplerindeki arkadaşlarımı arayıp, dalgasına "Oğlum yatın la bu maç kehkehkeh" diye dalga geçişlerim bile konabilirdi bu iddianame içine. Neyse ki bu yetkili abiler(!) beni de içeri almadılar, "şikeci" diye.

Aynı maçları hepimiz izledik. Elinizi vicdanınıza koyun ve söyleyin. Hangi maçta, Fenerbahçe'nin rakibinin Fenerbahçe'yi zorlamadan maçı verdiğini gördünüz? Hangi maçta, bir hakemin Fenerbahçe lehine haksız bir karar verdiğini gördünüz?

Aksine, bugün "Fenerbahçe şike yaptı" diye ağlayanların rakipleri değiller miydi, öyle rahat bir şekilde maç verenler? Onların rakipleri değil miydi, bir tek kendi kalesine gol atmadığı kalanlar? Hakemlerin olumlu ayrımcılık yaptığı da onlar değiller miydi? Evet, onlardı...

Eğer şike böyle bir şey değilse, yenilebilir bir şey miydi? İçecek falan mıydı bu şike? Yörelerimizden birine has bir oyun havası mıydı? Nedir lan bu "şike"? Çünkü benim bildiğim "şike" Fenerbahçe'den çok GS ve TS camiasına daha çok yakışıyordu.

LET THE GAME BEGINS...

3 Temmuzda başlayan bu oyun, günümüze kadar, yani 3 Mayıs'a kadar, devam etti. Kısa bir süre daha devam edeceğe benziyor. Bu arada kalan 10 aylık süreçte Fenerbahçe;

  1. Başkanından ve yöneticilerinden ayrı kaldı.
  2. Avrupa kupalarına gönderilmedi.
  3. İyi para edebilecek bütün oyuncularını satmak zorunda kaldı.
  4. Yönetimi, teknik ekibi, oyuncuları ve taraftarları sinir harbi yaşadı.
  5. Borsadaki değeri düştü.
Bütün bunların dışında, medyanın çoğunluk kısmının hakaretlerine, iftiralarına ve haksız eleştirilerine maruz kaldı. Yıldı veya yıkıldı mı? Hayır. 12 numarasıyla birlikte, bütün camia kenetlenerek ayakta kaldı ve mücadelesine devam etti.

Bir çok dalda her sene aldığı şampiyonluklarına, bu sene de ara vermedi. Rakiplerinden ne kadar üstün olduğunu, bu sene de gösterdi. Üstelik bunları yaparken bu camia, rakipleri susmadı. Sürekli konuştular. Hakaret ettiler, iftira attılar, baskı kurdular. Haksız bir tarafın yapacağı her şeyi, eksiksiz yerine getirdiler. Bağırdılar, çağırdılar.

ADALETSİZ TÜRKİYE!

Bu asılsız iddiaların başlangıcında "Adalet yerini buldu" nidaları atanlar, Fenerbahçe'yi yerden yere vuran manşetleri atanlar, Fenerbahçe'nin masum olduğu açıklanmaya başlanınca, masumluğu açıklanacağı belli olunca, "Adalet sistemimiz çöktü, böyle adalet olmaz olsun, Fenerbahçe'yi kurtarmaya çalışıyorlar!" nidaları atmaya başladılar. Yani bir nevi, ağlamaya başladılar.

Hem de bu ağlayanlar neler yaptılar biliyor musunuz? Adeta birbirleri için mücadele ettiler. Birbirleriyle oynadıkları maçlarda, bu taraflardan bir tanesinin futbolcuları, karşı tarafa maçı verdiler. Alenen, mücadele bile etmeden, futbol ve spor ahlakına yakışmayan bir şekilde, maçı verdiler. Bunu hepimiz gördük. Bunu reddedebilecek olan zihniyetin, ne futbolla ne de sporla uzaktan yakından alakası olamaz; ama bugün yaptıkları açıklamalarda çıkıp hala onurdan, gururdan söz ediyorlar. Sevgili arkadaşlarım, inanmayın bu palavralara. Evet son yaptığınız maçta yenilmediniz; ancak bu, bundan önceki maçta resmen maçı vermediğinizi göstermez.

Sırf haklı çıkmak adına asıldınız bu maça. Türk halkını salak mı sanıyorsunuz? Madem böyle oynayabiliyordunuz, sormazlar mı size, geçen maç neydi öyle o zaman diye? Biz akıllı insanlarız sevgili Trabzonspor futbolcuları. Yemeyiz bu tarz cümleleri. Yapmayın. Onursuzluğunuzu, yalancılığınızla kapatmaya çalışmayın.


HERKES HADDİNİ HUDUDUNU BİLMELİ

Ben böyle bir yazıyı yine yazmazdım. Ancak Türkiye'nin 2 büyük kulübünün, saygı değer 2 teknik adamının bu gece yaptığı talihsiz açıklamalar, bu yazıyı yazmak zorunda bıraktı beni. En azından bu yazıyı okuyacak 3-5 kişiye ulaştırmak istedim düşüncelerimi.

O 2 saygı değer teknik adam birleşmiş Fenerbahçe'min teknik direktörüne saldırıyorlar. Ey saygıdeğer abilerim, size sorarım. Sizin kulübünüz, haksız bir şekilde 10 ay boyunca hırpalansaydı, yıpratılmaya çalışsaydı, siz hala görevinizin başında olabilir miydiniz? Ben söyleyeyim size cevabını; O-LA-MAZ-DI-NIZ.

Geçen hafta Trabzon'da oynanan maçı hepimiz izledik ve o rezilliğe hepimiz şahit olduk. Sizler de izleyip, sizler de rezilliğin farkına varmışsınızdır. Şüphesiz ki Aykut Kocaman da bu maçı izledi ve normal bir maç olmadığını o da fark etti, bunu fark eden milyonlarca insan gibi. Haklı olarak, efendiliğinden asla taviz vermeden, bu duruma sitem etti. Bir nevi, milyonlarca insanın sözcüsü, tercümanı oldu.

Siz hala kalkmış o KOCAMAN yürekli adama, "Saygısız" mı diyorsunuz? Asıl saygısız olan sizlersiniz. Siz hala o KOCAMAN adama laf mı ediyorsunuz? Hangi yüzle? Az bile söyledi Aykut Kocaman. Hala kalkmış onurdan, gururdan ve haysiyetten bahsediyorsunuz. Bunlardan bahsedecek son insanlarsınız siz. Siz, onurunuzu hiçe saymış bir güruhsunuz. Bırakın Türk futbolu içinde, Türkiye'de bile yeriniz yok.

Siz sadece, aklanıp, rahat ve güneşli günlere ulaşan Fenerbahçe'nin gazabından korkan bir avuç onursuz insan sürüsüsünüz. Çünkü ne kadar büyük bir güçle karşı karşıya kalacağınızı biliyorsunuz. Şuan, haksız bir insanın yapacağı son çırpınışları yapıyorsunuz.

FENERBAHÇE GELİYOR.

O aylarca ezmeye çalıştığınız, yıprattığınız, hırpaladığınız Fenerbahçe, sizden öcünü almaya geliyor. Bu sefer eskisinden de güçlü, eskisinden de yıkılmaz bir şekilde geliyor. Hani bir laf var ya, "Öldürmeyen acı güçlendirir" diye, işte tam bu durum için yaratılmış olmalı bu söz. Fenerbahçe'yi öldüremediniz, aksine daha da güçlendirdiniz. Ve biz geliyoruz.

O televizyon kanallarında, ağızlarından salyalar aka aka Fenerbahçe aleyhine, komik iddialarda bulunan ihtiyarlar da korksun. Onların asıl korkusu da bu zaten. Bu süreçten Aziz Yıldırım ve Fenerbahçe güçsüz bir şekilde çıkmazsa, en çok onların canı yanacak. Bunu biliyorlar ve bu yüzden bağırıp çağırıyorlar hala. Evet Erman Toroğlu, evet. Senin de canını yakacaktır bu camia.

Çünkü kimsenin ahı Fenerbahçe'de kalmaz. Bize ah ettirenlerin ahlarını, itinayla geri veririz sahiplerine. Sizin asıl korkularınız, uykularınızı kaçıran sebepler de bunlar değil mi? İtiraf edin.

Neyse dediklerimi dediğime göre, hayatıma devam edeyim. Haksız mıyım ama? Haksızsam, "Haklısın" deyin...  Evet biliyorum, haklıyım.

HAKLIYIZ, KAZANACAĞIZ.

22 Nisan 2012 Pazar

Şöyle bir yerde olaydım, iyiydi.

Bir şeyler yazmam gerekiyor. Ne yazmam gerektiği hakkındaysa, en ufak bir fikrim dahi yok. Hep böyle oluyorum zaten. Böyle olunca önce yazmaya başlıyorum, konu daha sonra gideceği yere kendi varıyor, varmak isterse. Bazen varmak istemiyor, zorla vardırıyorum. Tekme tokat...

Boşluğunuz var mı sevgili bayan? Bana birazcık boşluk bahşeder misiniz, huzurunuzdan?
Bir dilim, bir yudum, bir lokma boşluk ver bana.

Gömleklerimi ütüle istiyorum. Veya vazgeçtim, hepsini kırıştır. Kırış kırış olsun gömleklerim, onları giyip işe gideyim. Kimse beğenmesin beni. Eve geldiğimde sen beni soy ve bir tek sen beğen. Kırışmış gömleklerimle de beğenir misin? Beğen.

Saat olmuş sabahın 5'i. Gözlerimde bir boşluk var ki o boşluktan beynime girebilirsin. Sen girersen, herkes girer. Beynim gider, sen kalırsın. Herkes kalır. Ben kalmam, giderim. Sıkılırım kalabalıklardan. Gürültüden de hiç haz etmem. Sarf ettiğim cümlelere dikkat et, seni kırabilirler. Kalbini kırabilirler. Kırılsın.

Yakınmak fayda etmiyor. Yakılmak fayda etmiyor. Yatılmak fayda etmiyor. Atın beni perhizlere. Rejim yapayım da kilo vereyim. Önce insanlar gelip "Zayıfladın mı sen?" diye sorsunlar. Sonra gitsinler. Tekrar geldiklerinde, "Oha bu ne böyle, ölmüşsün sen!" desinler, mezarımın başında.

Bu aralar da ölümden amma bahsettim. Ölecek miyim neyim? Ölmeyeyim. Ölmemeliyim. Memeli değilim. Hayır, kesinlikle memeli değilim. Memeli sayılmam. Memeli sınıfında olabilirim; ama kesinlikle memelerim yok. Memelerim var gerçi ama, büyük değiller. Büyük olmayan hiçbir şeyi var saymam ben. Mesela sevenim yok. İlla ki sevenim vardır; ama büyük bir sevgileri olmadığı için, yok sayıyorum. Sevenim yok.

Sevgilin mi yok derdin var arkadaş. Bir sevgilim olaydı iyiydi. Bekarlık sultanlıktır derler, külliyen yalan. Böyle sultanlık mı olur? Yalnızlıktan öleceğiz neredeyse. Bekarlık, olsa olsa aptallık olur, ahmaklık olur, andavallık olur. Çok ilginç bir şey bekarlık. Yine de dulluktan iyidir.

Dulluk deyince, aklıma dutluk geldi. Buralar eskiden hep dutluktu ve dut yerdik, erik ağaçlarından. Dutlar, erik ağacında yetişmez; ama biz erik ağacından yerdik. Neden böyle şeyler yapardık, hiç bilmiyorum inanın. Çok deli çocuklardık biz.

Üç beş arkadaş toplanıp, ülke fethederdik. Geçenlerde bir gün gitmişiz Viyana'nın kapısına, kuş atıyoruz. Diyeceksiniz ki, kuş ata ata ülke fethedilir mi? Neden olmasındı. Attığımız kuşlar güvercinlerdi ve özgür. İnsanları özgürlükle fethettik.

Bir hikaye yazdım geçenlerde, sonsuz oldu. Sonunu yazmaya çekindiğimden, belki de biraz üşendiğimden, hikayeye bir son yazamadım. Sonsuz bir hikayem oldu. Sonsuzluğu keşfettim. Bir başı, elbetteki vardı; bir sonu, asla olamadı...

Yatık sekizi keşfettim kendimde. Delikli nane şekeri gibi. Öpe öpe doyamadım. Sonsuz bir hikayenin, son kahramanıydım. Hem de ilktim. Bazen, her zamandır aslında. Ne dediğimi anlamadın, farkındayım. Üstünde biraz daha düşünürsen, ne demek istediğimi anlayacaksın.

Cardante'nin de selamı var hepinize. "Yazacağın yazıya eklemezsen, vallahi küserim." dedi, ondan ekledim. Yoksa eklemezdim. Size ne Cardante'den?

Dante'ye de selam olsun.

"Hayat yolculuğumuzun ortasında,
Kendimi karanlık bir ormanda buldum."

4 Nisan 2012 Çarşamba

Yıl 3041, İstanbul.


Yıl 3041, İstanbul'dayım. Bulutların üstünde yaşadığım bir evim var. Manzarası yok, çünkü hiçbir şey görünmüyor. 1020 yıldır sakladığım bilgisayarımla arada bir internete giriyorum. İnsanlar artık internete girmiyor bu devirde çünkü herkes birbiriyle düşünerek anlaşabiliyor. 

Nadir de rastlansa, hiç değişmeyen şeyler var. İnsanların bazıları hala mutsuz mesela. Oysaki ben 1000 yıldan fazla süredir, insanlara mutsuzluğun çok saçma olduğunu ve mutlu olmak istedikleri taktirde, çok kolay bir şekilde mutlu olabileceklerini anlatıyorum.

Sevişmek artık günlük ihtiyaçlardan biri. Yemek yemek, su içmek gibi bir şey oldu. Sokakta birbiriyle sevişen insanlar görüp şaşıran kimse yok. Ayıplayan da yok; ama gelenekçi tipler çok çok azınlık olsalar da hala varlar. Bi' bitmediler. Öyle sokakta sevişen birini gördüklerinde, "Cık cık cık cık, ıığğğ ne kadar ayıp" diyip geçiyorlar. Müdahale edemiyorlar; çünkü devlet, sevişme hakkını yasalarla bağladı. Kimse kimsenin sevişme hakkını gasp edemiyor. Ettiklerinde düşünce polisleri tarafından, düşüncelerine ket vuruluyor. 

Televizyon denen bir şey de kalmadı artık ama benim tüplü televizyonum da var hala. Şimdiki nesil bunu görünce şaşırıyor. Korkan bile var. Ben televizyona DVD oynatıcımı bağladım, 1000 yıl önceki filmleri falan izliyorum. Sıkılmıyorum, hatta mutlu ediyor. 

Yemekler kapsül haline getirildi. İnsanlar yemek yemeye vakit bulamadığı için, kapsül atıp karınlarını doyuruyorlar. Yine de eski mahalle köşelerinde kebapçılara ve kokoreççilere rastlamak mümkün. Ben mesela oralarda yiyorum hep. Haplar hiç zevkli değil. Bir de o haplar boğazıma takılıyor benim, uyuz oluyorum.

Aaa söylemeyi unuttum. Bundan yaklaşık 350 yıl önce, Dünya'ya yeni bir ırk geldi uzaydan. Bütün erkekleri yakışıklı kaslı ve akıllı, bütün kadınları da güzel, seksi ve akıllı. Çok ilginç bir türler. Dünyayı bu hale getiren de onlar sanırım. Beni de Seviş Elçi'leri ilan ettiler. Onlar kendi aralarında sevişemiyorlarmış, bu yüzden Dünya'ya gelmişler. Milyonlarca yıllık arzuları varmış, milyonlarca yılın patlamasını yaşadılar Dünya'da yani, öyle söyliyim.

Açlık sorunu yok oldu. Artık kimse açlıktan ölmüyor buralarda. O yüzden öyle gereksiz yere üzüntüler de yaşanmıyor. Vadesi dolan sessiz sakin bir şekilde, huzura erişiyor. Açlıktan ölen olmasa da aşklıktan ölenler hala var. Yemeden içmeden kesiliyorlar, bu yüzden ölüyorlar. Görmezlikten geliyoruz öylelerini.

Savaşlar ortadan kalkamadı hala; ama savaşlarda ölen yok artık. Vurulan evine geri dönüyor. Vurulduğu için o üzülüyor; ama ailesi vurulduğu için seviniyor artık. Bir nevi moleküler transportasyon. Tek sorun, vurulduktan sonra evine ışınlanan insanlara hayatı boyunca ezik muamelesi gösteriliyor olması. Savaş başlayınca artık, "Analar ağlamasın!" nidaları yerine, "Analar gülmesin!" nidaları atılıyor. Savaşlar, bir nevi oyun, efendime söyleyeyim, ata sporu falan gibi oldular.

Yeni yeni küfürler türedi bu devirde de ya hu. "Jüpiter'e kadar yolun var!" da neyin nesi? Artık insanlar birbirine kızdığında böyle küfrediyor; çünkü Jüpiter yürüme mesafesi olarak çok uzak. 

Bebekler konuşmayı bilerek doğuyorlar. Teknolojinin gelişmesi buna da imkan sağladı. Artık bebekler anne karnındayken, bilgi akışı sağlanıyor beyinlerine. Böylece doğar doğmaz "Hacı naber? Naptın?" diye doğuyorlar. İlk "Anne" mi yoksa "Baba mı" diyecek derdi yok oldu. 

Emekçiler, diye bir olgu kalmadı; çünkü artık emek diye bir şey yok. Bütün işleri makineler yapıyor, insanlar sadece eğlencelerine bakıyorlar. Serbest zamansızlıktan yakınanlar, şimdi de fazladan serbest zaman var diye yakınıyorlar. Bütün bu durumlar böyle olunca, para denen şey de ortadan kalktı. Her şey bedava. 

Rakı, hala varlığını ve hakimiyetini sürdürüyor. Bir çok yeni alkol türü çıktı; ama rakı müdavimleri, rakılarını bırakamadı haklı olarak. Biz her gece bir 70'lik bitiriyoruz arkadaşlarla. Bu sayede Türk Sanat Musikisi de tarihte kaybolmaktan kurtuluyor. 

Hazır müzik demişken; bu devirde gerçekten kaliteli olmadığı sürece, hiç kimse popüler olamıyor, dinlenemiyor. Demet Akalın bu devirde yaşasaydı ve müzik yapmaya çalışsaydı -ki teşebbüs etmekten bile korkar kaçardı- muhtemelen Jüpiter'e sürgün ve düşüncelerine ket cezasına çarptırılır, hafızası silinir ve ağzı burnu kırılırdı.

Ah bu arada, bütün bunlar nasıl oldu biliyor musunuz?

Hala mutsuz olma çabası içinde olan azınlık kesim dışındaki insanlar, mutluluğun ve hayatın tadına varmaya başladılar. İlk başlarda bunu çekemeyen insanlarla yoğun mücadeleler yaşandı; ama daha sonradan onlar da bize katıldılar. Yoğun bir kalabalık olduk.

İlk başta, kavgaları bir kenara koyup, huzurlu bir insanlık için nelerin gerektiğine toplum olarak karar verdik. 

Mesela, para denen lanet şeyin, insanların huzur bulmasındaki en büyük engel olduğu kanısına vardık ve parayı kaldırma kararı aldık. Parayı kaldırmak için yapmamız gerekenlerin listesini çıkarttık ve sonunda parayı kaldırdık. Lidyalı'ları da tarihten sildik, eksiklik hissedilmedi.

Daha sonra, silahları kaldırdık. İnsanlar birbirini silahlarla öldürüyordu, bu katliama izin veremezdik. Avlananlar için, yeni silah türleri ürettik. Bu silahlar öldürmüyor, sadece karşısındakinin yerini değiştiriyordu. Hayvanların avlanmasına da müsaade edemezdik, bu yüzden avcılar için robot hayvanlar icat ettik ve doğaya saldık. Tek işlevleri koşmak ve kaçmak olan bu robotlar, avcılar için de büyük kolaylık sağladı.

İnsanlara iyi bir eğitim sağladık. Sadece öğretmenin dışında, kişilik ve ahlak bakımından da düzgün büyümelerine yardımcı olduk. Hal böyle olunca, kimse birbirine karışma hadsizliğini yapmamaya başladı. İnsanlar düzgün bir şekilde anlaşabildikleri için, anlaşmazlıklar çok aza indi.

Işınlanmanın keşfiyle birlikte, mesafeler yok oldu. Mesafelere küfredenler, bu üzüntülerinden kurtuldular.

Ve en önemlisi, ilk adımımız; tebessümü zorunlu hale getirdik. Gülmeyen insanlara, gülme tozu üfledik. Dudaklarına tebessümü oturtan insanların bir süre sonra yürekleri de gülmeye başladı. Daha sonra gözlerinin içi gülmeye başladı. 

Fark ettiğimiz şey şu oldu ki;

Güzel bir tebessümün yaptıramayacağı hiçbir şey yoktur.

Gülümse...

22 Mart 2012 Perşembe

İçimde bir şehir, şehrin içinde bir ben ve iç içe geçen binlerce "Şehir ve Ben".

Niye anlatıyorum bilmiyorum. Eski bir şehir vardı bende. Benim de içimde bir şehir vardı. O şehrin içinde de bir ben vardım. O benin içinde bir şehir daha vardı ve tekrar o şehrin içinde bir ben. Sonsuzluğa uzanan muhteşem bir tekerrür. Kaybolursun içinde, kendi sesini duyamaz olursun. Kaybolursun içinde, çevrendekileri duyamaz olursun. İçinde kaybolursan, göremez, duyamaz, hissedemez ve en sonunda yaşayamaz olursun. Ölürsün.

Cenazeni kaldırmazlar, çünkü nefes alırsın. Sen ölmüşsündür; ama onlar seni yaşıyor zannederler. Büyük kayıp, insanlığın şu kendini bilmezliği, bu hayasız densizliği. Kendini bilseydi insanlar, ölmezlerdi mesela. En basitinden yaşarlardı her şeyi doya doya. Bunca densizlik yapmazlardı, bu kadar hunharca. Kendilerini katlediyorlar resmen ve kendileri de seyrediyorlar bu durumu.

Yaşanılan onca şey var oysa. Doğum günleri var mesela. Veya ne bileyim işte, anneler günü var, kadınlar günü var, televizyonda sevdiğin diziyi seyretmek var, boş zaman yaratıp sevdiğin kitabı okumak var, uzun süre içemedikten sonra bir sigara yakıp dumanıyla kendini bedeninden dışarı çıkartmak var. Türlü türlü şeyler var.

Örneğin; bir şehir var, o şehrin içinde ben varım. Dolanıyorum şehrin içinde, bir şeyleri arıyorum; ama bulamıyorum. Aynı şehrin içinde, birileri beni arasın istiyorum. Birileri beni aramıyor. Aranan adam olamamak çok üzücü bir şey. Neyse ki arada bir bankalar, GSM operatörleri falan, borçlarını istemek için arıyorlar da iki muhabbetin belini kırıyoruz. Beli kırılan muhabbet de çok üzülüyormuş bu duruma, dost meclislerinde bundan bahsediyormuş herkese.

Örneğin; bir ben varım. Benim içimde bir şehir var. İçimdeki şehrin içinde gezen ben, şehri de birlikte gezdiriyor. İçimde bir şehir geziyor. Şehir, içimde bir şehir daha arıyor. Koskoca şehir ya hu; ama sanırsın ücra bir köy, unutulmuş bir kasaba. Öylesine yalnız, öylesine efkarlı. Aranan şehir değil, üzülüyor bu duruma. İnsanlar başka bir şehre geçerken, içinden geçilen bir şehir olabilmiş sadece. Kimse kalıp konaklamamış bu şehirde. Tanımamış, gezmemiş bu şehri, tek bir insan oğlu bile. Sadece gelip, geçmişler, tabelalarına bile bakmamışlar. Sorsalar o insanlara, bu şehir burada olsun mu, diye, muhtemelen insanlar mesafeyi kısaltmak için, olmasın bu ne biçim şehir böyle, derler. Öylesine lanetli şehir.

Şehrin sokakları var bol bol. Caddeleri var, yolları var, sahili bile var. Ama bu şehrin sahillerinde, çiftler el ele tutuşup yürümüyorlar. Birbirlerine aşk dolu cümleler kuran çiftler yok bu şehirde. Trafiği de yok bu şehrin, arka sokaklarında insanları kıstıran tinercileri de. Ne kavga var ne barış. Ne nefret var ne sevgi. Bomboş bir şehir. Bu şehrin içinde bir adam var sadece, yapayalnız. Dolanıyor duruyor tek başına. Ya kendini arıyor ya kendini sevecek birini. Dolaştıkça, şehri de kendiyle birlikte dolaştırıyor, kendi içinde. Kimseyi bulamadığında adam, rüzgara aşık oluyor veya aşık olduğu kadını rüzgarın yerine koyuyor. Sevdiğinin rüzgarı esiyor, kentin geniş sokaklarında.

Ve bir şehir, boşluğuyla gürültüsü, beyninin içinde adamın. Adamın beyninin içinde gürültüler, boşluğunu yaratıyor şehrin. Ölüme bu kadar yakınken insan, neden yaşayamıyor her saniyesini, hayatın?  Biraz adım atsak, bulabilir miyiz aşkını hayatımızın? Veya hayatımız aşk olabilir mi, güzelleştirebilir mi ruhumuzu, içinde bu berbatlığın? Yürümekte zorlanırken bacaklarım, diz kapaklarımın ağrısına derman olur belki dudaklarıma değen dudakların.

Şehrin en güzel yerinden bakarsan, boşluğu bile huzur verirmiş yalnızlığın. Yüzümde aptal bir tebessüm varsa, mutluyum demektir. Bunca yükünü sırtlanmışken dünya senin, bir selam ver Güneş'e de ısıtsın seni. Çünkü hala umut vardır, geziyorsan içindeki şehri. Gezmeyi bırakamamışsan, aramayı bırakamamışsan, Güneş değil, umudun ışığıdır aydınlatan sokaklarını. Ve şehir seninle birlikte geziyorsa, unutma ki yalnız değilsin, şehir var sana dost. Bir gün bulacaksındır, rüzgarın yaptığın aşkını. Şimdi, biraz zaman ver kendine ve dinlen. Sonra adımlamaya başla, aydınlığında umudun...

15 Mart 2012 Perşembe

İnsan, yeterince yalnız kaldığı taktirde, bir kitap ayracına bile aşık olabilir.

İnsan varlığı. İnsanın varlığı ve varlığıyla insanı insan yapan varlıklar. Çok garip şeyler. Hepsi garip. İnsanlar da garip, türevleri de. İnansan da garip inanmasan da. Yalnızlık edebiyatı yapan bir adam değilim, yalnızlık edebiyatı yapıyor gibi görünmek de istemem; ama insanlar çok yalnızlar...

İnsan, yeterince yalnız kaldığı taktirde, bir kitap ayracına bile aşık olabilir. Mesela bizim Sulhi Ağabey, telefon rehberine aşık olmuştu. Aşkını dile getirmekten de hiç çekinmezdi. Derdi ki Sulhi Ağabey, "Bu telefon rehberine aşık olmamak ne mümkün? İçinde O'nun numarası yazılı. Numarasının yanında, O'na hitabım yazılı. Artık O yok; ama O'nun numarasını yazdığım bu rehber var. Ben bu rehberi yerim." Sulhi Ağabeyim benim be. Sen yemeyeceksin de kim yiyecek o rehberi? Ye tabi. Afiyet olsun ağabim!

Esaslı adamdı Sulhi Ağabey.

O gün anladım. Bir insan, bir aşk demekti, bir sevgi demekti. Bir sevgi demetiydi. Sevgi seliydi resmen. Sel almıştı ortalığı ve bu selden yalnız sevdiğini bulanlar kurtulabiliyordu. Yine de sevmek zorundaydı insan. Ölme riskinin daha fazla olduğu aşikar, yine de kaçar mı insan aşktan? En olmadı, gider bir kitap ayracına, bir rakı bardağına aşık olur, insan dediğin.

Bir rakı bardağına gerçekten, sağlam aşık olur...

Bir rakı bardağı konuşur be.
Bir rakı bardağı dudaklarımla sevişir.
Bir rakı bardağını çevirdim mi tam tersine,
Dökülür, vücudumda gezer.
İçerim ben rakıyı, ciğerime işler.
En önemlisini atlamayayım da
Bir rakı bardağının içinde, yüzlerce Giden saklıdır
O rakı bardağının içindeki rakıyı içen
O gidenleri içer.
Hayırlı işler...
Evetli işler.

Bir lafı vardır çok değerli öğretmenlerimizin. Siz dersi dinlemeyince o lafı koyarlar, laf arasına. "Duvarlara mı anlatıyorum ben?" Sert bir edayla bu lafı söylerler. Onlara bir çift lafım olacak. Hoca hoca, dinle beni!
 "Evet duvarlara anlatıyorsunuz. Biz de duvarlara anlatıyoruz. Duvarlar dinler, en güzel dertleri. Duvar onlar duvar. Taş gibiler. Ne bir çıt çıkarırlar dinlerken, ne bir haylazlık yaparlar. Sıkılmazlar dinlemekten, derdine derman olurlar. Vurursun yumruklarını duvarlara, ona bile kızmazlar. Telefonunu fırlatırsın duvarlara da duvarlar kalkıp, "Canımı acıtıyon hacı, yeter." demezler. Duvarlara haksızlık yaparsan bir daha, sevgili hocam, o tebeşirin tozunda boğarım seni."

Çok değerli hocalarımıza da hayat dersi verdiğimize göre, devam edelim konumuza.

Bir insan, kaldırım taşına da aşık olur, sevdiğiyle birlikte basmışsa aynı kaldırım taşına. Çok garip şey demiştim ya şu insan. Ah insan. Ah İhsan ah. Bizim mahallenin... Dur bir saniye telefonum çalıyor. Bu kim şimdi gecenin bu saatinde, numara da tanıdık değil. Dur bakalım neymiş.

-Efendim?
-Berk, sen misin?
-Evet, genelde benim. Siz kimdiniz?
-Kendine aşık edip, sonra da çekip gittiğin kişi.
-Zannediyorum ki bu bilgi yeterli olmadı.
-He bir tek ben de değilim, bir sürü var yani benim gibi öyle mi?
-Hayır, ne alakası var arkadaşım? Ben kimi kendime aşık edip, kimi etmediğimi nereden bileyim?
-Doğru haklısın.
-Ben her..
-Sen her zaman haklısın tamam biliyoruz bunları.
-Hımm tanıyorsun yani beni.
-Oldukça. Aşığım diyorum.
-Aşk nedir peki?
-Sürekli seni düşünüyorum. Seni herkesten kıskanıyorum. Senden bile! Bırak seni, yoksa öldürürüm seni!
-Tamam hadi yeter bu kadar.

Derken tamam geldim. İhsan diyorduk. İhsan bizim mahallenin... Bir dakika kapı çaldı sanırım.

Heh geldim. Şu İhsan'ı da bir anlatamadım. Halbuki ne sağlam adamdır İhsan. Verdiği bütün sözleri tutar. Haklının ve güçsüzün her zaman yanındadır. Haklının yanındadır, ayrıyetten güçsüz gördüğünün de yanındadır. Bazen güçsüz diye, haksızların yanında olduğu da olmuyor değil. Neden böyle yapıyorsa. İbne midir nedir. Hayır, haklı birinin yanında olmak varken, neden haksızın yanında olursun arkadaşım sen? Haklıyız oğlum, kazanacağız. Bunu bil de ona göre tarafını seç. Ağzını yüzünü de dağıtırım, acımam.

Neyse. Bu İhsan, bizim mahallenin... Oha o ne. Uçak mı o? Uçak düştü galiba evin bahçesine, bir dakika beklersen devam edeceğim yazmaya. Bahçeye bir bakayım, bir şey olmuş mu çimlere. Acayip de sesler geliyor zaten bahçeden.

Geldim. Çimlere bir şey olmamış, gönlün ferah olsun. Uçak düşmüş; ama balkonun ucuna düşmüş. Çimlere bi'şey yapmamış yani. Çimler de çok güzel, dik dik. Bi'şey olsa üzülürdüm vallahi. Neyse, ne diyorduk? Heh, İhsan.

Bu İhsan, bizim mahallenin aşık çocuğudur. O kadar aşık ki İhsan, bütün duvarlara adını yazar sevdiğinin. Aşkını kağıtlara sığdıramaz, deve keser, deve derisine kazır mısralarını, satırlarını. Delikanlı da çocuktur ya İhsan  hani, mahalledeki kızların da ağabeyidir. Korur, kollar hepsini. Başlarına bir zeval gelmesini önler. Bazılarını evlerinden çıktıklarında takip etmeye başlar, kadınlar/kızlar okullarına, işlerine varana kadar takip eder, akşama kadar bekler, akşam da onları eve dönene kadar takip eder, İhsan. Eğer olur da bu kızlarımızın karşılarına yolda bir sapık, bir yankesici, trafik canavarı, ırz düşmanı, vatan haini, , elf, ork, vampir, kurt adam, uzaylı falan çıkarsa, anında gider, sorunu halleder İhsan. Öyle de mert bir adamdır. En yakın arkadaşı da Mert. O da iyi çocuktur.

Bu İhsan, bir gün sevdiğine bir şiir yazmaya karar verir. Daha öncekilerden farklı olsun ister. Daha önce yazdığı cümleleri hiç kullanmamak, daha önce verdiği duyguyu tekrarlamamak, damağında çok daha üstün bir tat bırakmak ister sevdiğinin. Yine keser bir deveyi, derisinden faydalanmak için, kurumaya bırakır devenin derisini.

Deve derisi kurur. Deve deresi de kurur. Dereler, denizler, okyanuslar kurur İhsan'ın düşündüğü süreçte. İhsan sevdiğine sevgisinin ne denli yüce olduğunu anlatacak söz bulamaz. Bulamadığı sözlere küser, konuşmaz. Öyle susar ki İhsan, Mevlana bile kıskanır İhsan'ın suskunluğunu. Yağmur yağar İhsan'ın üzerine, binalar yıkılır İhsan'ın üzerine, göktaşı düşer İhsan'ın üzerine... Tek amaçları, isyan etmesi bile olsa,İhsan'ın tek bir cümle konuşmasıdır.  İhsan tek cümle susmayı tercih eder.

Bir gün İhsan'ın aşkı ölür. İhsan'ın sevdiği ölür. Bir gün İhsan ölür. İhsan'ın suskunluğu ölmez. İhsan'ın suskunluğu yazmaya başlar, mısraları...

Bizim bir İhsan var idi.
Kamber'den bile daha deli sevdi.
O'nun aşkı asıl dağları deldi
Sigarasını yakardı derdi.
Yüreğini yakardı derdi.
Bir gün gazete, bir gün dergi
Anlatırdı İhsan'ın derdini.
Bu dünya O'na söyleyecek söz mü verdi?
O da aldı sözlerini, gitti.
O da aldı sevdiğini, gitti.
O da aldı kendini,
Aldı başını gitti...

Bir insan demiştik yazının başında. Bir insandı, İhsan. Bir insanı sevmişti. Sevgisi bitirdi İhsan'ı günün birinde. Yine de sevgi ve aşk bitmedi. Ve bir insan, İhsan kadar sevmişse birini -veya Sulhi Ağabey kadar da olabilir-, bir gün giderse sevdiği kişi, kalırsa öyle yalnız bir başına...

Bir insan, bir kitap ayracına bile aşık olabilir.


Kapı ziline de...